Markalar için hikaye anlatımı (storytelling) hayati öneme sahip. Buna zaten değineceğiz. Peki, biz insanlar için? Bizim için de o kadar önemli mi?

Hepimiz birbirimizle bağlantılar kurmak istiyoruz. Hatırlanmak, iz bırakmak istiyoruz. Markalar da bunu istiyor. Aslında, dünyanın en büyük markaları özenle hazırlanmış hikayeler satıyorlar. İnsanlar da markaların söylemek istedikleri her şeyi hevesle dinliyorlar. Çünkü bütün markalar, hikaye anlatımı ile gerçek insanlar gibi konuşuyorlar. Bu sayede markalar ve kitleler arasında sarsılmaz bir bağ oluşuyor.

Buraya kadar her şey tamam. Peki, hikayeleştirme ile insanın hayatta kalma çabası arasında ne gibi bir bağ olabilir? Başlangıçta soyut ve zorlama bir düşünce gibi gelse de bilim farklı konuşuyor.

Kaliforniya Üniversitesi’nde bilişsel sinirbilimci olarak çalışan Michael Gazzaniga, ilginç bir araştırma yaptı. Gazzaniga, sağ ve sol beyinleri ameliyat veya kaza nedeniyle ayrılan insanları inceledi. Aslında burada asıl incelenen şey, “bölünmüş beynin” eksik kalan fonksiyonları… Bu araştırma sayesinde hikaye anlatımına ciddi anlamda ihtiyaç duyduğumuz ortaya çıktı. Ama nasıl?

Şimdi ders kitaplarımıza kısa bir süreliğine de olsa geri dönelim. Sol beyin, konuşma ve dil hesaplamalarının yuvasıdır. Sağ beyin ise görsel ve işitsel anlamda uzmanlaşmıştır. Aşağıdaki çizim, bölünmüş beynin nasıl çalıştığını gösteriyor.

Sağ görüş alanı sol yarıküreye, sol görüş alanı sağ yarıküre bağlanır.

Michael Gazzaniga’ya göre; sol beyin bir anlatıcı, alegorist ve yalancıdır. Yani beynimizin yarısı, geçmiş düşünceler ve deneyimlerimizden oluşan büyük bir hikayenin kaynağıdır. Örneğin doktorumuz alkolü bırakmamızı söylediği halde içmeye devam ederiz. Çünkü sol beynimiz “kırmızı şarap kan yapar” gibi bir sağlık anlatısı ile bu davranışımızı olumlar. Ya da yakın bir arkadaşımız “neden sigara içiyorsun?” diye sorduğunda, “sigara stresimi alıyor” diye karşılık veririz. Sol beyin, burada da bir başkası tarafından duyduğumuz anlatı sayesinde bilinçaltı veya bilinçli kararlarımızı eylemlere dönüştürür.

Hikayeleştirme devam ettikçe ve rahatlık düzeyimiz arttıkça gerçek denen olgudan uzaklaşırız. Gerçek ve kurmaca, tam da bu noktada birbirine karışır. Artık kendi tasarladığımız hikayeler olmadan mutlu bir hayat yaşayamayız. Hayatta kalmak için hikayelere sarılırız.

Doğduğumuz günden bu yana yaşadığımız olaylar, düşüncelerimiz ve deneyimlerimiz hakkında hikayeler anlatıp duruyoruz. Bu hikayeleri anlatırken doğruluğu değil, tutarlılığı temel amaç olarak belirliyoruz. Hiç yaşamadığımız olayları, var olmayan insanları, sadece tutarlı diye bir anlatıya dahil etmiş bile olabiliriz. Örneğin çocukluk fotoğraflarımıza baktığımızda, bazen fotoğraftaki bir anı hafızamızda canlanır. Mesela lunaparkta dondurma yerken çekilen fotoğrafımıza yıllar sonra baktığımızda, yanımızdaki kişiye “çok güzel bir hafta sonuydu ve ilk kez gondola binmiştim” gibi bir anıdan söz ederiz. Ama bu anı, bize ailemiz tarafından anlatılmış olabilir ve sanki o günü hatırlıyormuş gibi hissederiz.

Gazzaniga, Big Think’teki “Your Storytelling Brain” adlı videoda hikayelere olan ihtiyacımızı çok iyi anlatıyor. Diyor ki; hikayeleri (kurguyu) sevmemizin asıl nedeni, kendimizi olası gerçeklerde bulmamız veya geçmiş deneyimlerimizi daha iyi anlamamızdır. Hikayeler bize güvence verir. Çocuksu olan bu güven ve kendilik duygusu, hayatta kalmamızı sağlar.